27 Ağustos 2016 Cumartesi

Natacha Atlas ve Kim Ki-duk Birlikteliği

Belçika doğumlu, Mısırlı sanatçı, Arap ve Kuzey Afrika müziğini farklı kültürlere ait öğelerle bezeyen, ona evrensellik kazandıran Natacha Atlas'ın nefis ve dokunaklı sesi, bir anda Güney Koreli yönetmen Kim Ki -duk'un Boş Ev filminde yükseliyor, önce şaşırtıyor, sonra bizleri yüreği pırpır, içi titrer bir vaziyette bırakıyor. Filmin Koreli kahramanlarının hislerinin Arapça kelimeler ve tınılar ile anlatılması, bize acının, yalnızlığın, sevginin, tutkunun ve aşkın evrenselliğini hatırlatıyor, hatta zihinlerimize kazıyor. Filmden görüntüler ve Natacha Atlas'ın Gafsa şarkısı, sizlerle...



22 Ağustos 2016 Pazartesi

Tavsiyeler

Enfes Sosis ve Patates Kartoffelkeller'da


Berlin'de gerçek Alman sosisi ve patatesin her türlüsünü yemek isterseniz ve gittiğiniz her yerde lokal lezzetlerin peşindeyseniz, Kartoffelkeller'a mutlaka uğrayın. Farklı patates yemekleri ve Alman sosisi ile birlikte mutlaka buğday birası da için, mmm nefis ☺️.

Adres: Albrechtstr. 14b 10117 Berlin

21 Ağustos 2016 Pazar

Dünyanın Ezgileri

Chavela'dan Frida'ya Ağıt

Meksika geleneksel halk müziği ranchera'nın dünyaca ünlü temsilcisi, Kosta Rika doğumlu, müzik kariyerine sokak şarkıcılığı ile başlamış Chavela Vargas... 

1950 ile 70'li yıllar arasında kariyerinin doruk noktalarını yaşamış, erkek gibi giyinen, puro içen, silah taşıyan, hatta çok sinirlendirildiğinde havaya ateş açtığı söylenen, maço tavırları ile bilinen ve şarkılarını sarhoş bir Meksika köylüsünün dil dolaşıklığı, yavaşlığı ve aksaklığı ile söyleyen ama dinleyicilerine müthiş bir hüzün ve melankoli yayan sanatçı. 

Meksika'da eşcinselliğin en büyük temsilcilerinden. Bir dönem Frida ile aşk yaşadığı da söylenir. 

Chavela Vargas'ın 2002 yılında çekilen, Salma Hayek'in başrolünü oynadığı Frida filminde seslendirdiği La Llorona (Ağlayan Kadın) ile sizleri başbaşa bırakıyorum.

Ivır Zıvır

Kara Benizli, Kara Yazgılı İçecek

Emtia, daha değerli ve farklı ürünlerin meydana getirilmesi için kullanılan ve değerleri tüketici tarafından belirlenen, değerli, yarı değerli, kimyasal, bitkisel, hayvansal ürünler ve enerji ürünlerdir. Dünya tarihinin her döneminde, bir veya birkaç emtia ön plana çıkmış, dönemin ekonomik ve toplumsal şartlarının oluşmasında, insanlık koşullarının belirlenmesinde rol oynamıştır. Günümüz piyasalarını belirleyen petrol, bayrağı geçmişte ekonomik, siyasi ve sosyal koşulları etkileyen şeker, kakao ve kahveden almıştır aslında. Şekerin, kahvenin veya kakaonun tarihi, sömürgecilik, kölelik ve kapitalizmin tarihi ile birlikte ilerler. Birbirini besler, birbirinin aracı, yansıması olur.

15. yüzyıldan itibaren, Avrupalılar artık uzun mesafeli yolculuk yapabilecekleri gemilere sahip oldu. Aydınlanmayı yaşayan, eğitim ve askeri anlamda güçlenen Avrupa, dünyaya açılma, yeni yerler keşfetme ve ticareti sınırlar ötesine taşıma arzusunu gütmeye başladı. İspanyollar ve Portekizliler, neredeyse 100 yıl boyunca tüm denizlere egemen oldular. 16. yüzyılda Fransa, İngiltere ve Hollanda da okyanuslara açılmaya başladı. Keşiflerin de etkisiyle ticaret, devletlerin en önemli uğraşı haline geldi. Denizaşırı yerlerde emtiaya erişmek, ticaretine egemen olmak için devlet şirketleri kuruldu. Kapitalist ekonomi, böylece yavaş yavaş oluşmaya başladı. Dünyanın dört bir yanından Avrupa’ya akan ürünler, temel maddelerin fiyatlarının artmasına sebep oldu. Yükselen emtia fiyatları ve artan enflasyona karşı merkantilizmin benimsenmesiyle, büyük devletlerin sömürge imparatorluklarına dönüşme serüvenleri başladı.

1502 yılında kökeni Etiyopya olan bir bitkiden yapılan içecek, Yemen’den önce İslam toplumlarına, sonra da tüm dünyaya hızla yayılmaya başladı. Kahve, 1551’de Mekke’ye, 16. yüzyılın sonunda da Avrupa’ya ulaştı. Anavatanı Doğu Afrika olan ve Yemen’de yetiştirilerek ticari bir ürün haline gelen kahve ile ilgili haberler, Avrupa’ya ulaşınca ticari değere sahip her türlü ürünün peşinden koşan Avrupalı ülkeler, ticari üstünlük elde etmek için ürünün kaynağına en hızlı ve ilk olarak ulaşma yarışına girişti. 17. yüzyılın başlarında Avrupalılar, kahve almak için ilk kez Yemen’e geldiler. Baharat ticaretinde istediği konumu elde edemeyen İngiliz Doğu Hindistan Şirketi, 1609 yılında kahve ticareti hakkında detaylı bilgi toplaması için tüccarlarını Yemen’e gönderdi. İngilizler, 1618 yılında, bölgeye hâkim olan Osmanlı İmparatorluğu’nun padişahından izin fermanını alır almaz, Mocha’da ilk kahve fabrikasını kurdu. İngilizlerin ardından Yemen’e gelen Hollandalılar, 1616 yılında Hollanda’yı kahve ile tanıştırdılar. 1660’a kadar, ana kara Avrupa’sına kahve, Hollandalılar tarafından getirildi. O yıllarda, İngiltere’de 50 kg kahve 1 pound’dan daha düşük fiyatlar ile satılıyordu.

Avrupalı ülkeler, önce kahvenin mevcut ticari ağlarına egemen olmaya çalıştılar sonra da kendi küresel sistemlerini kurmaya başladılar. Kahvenin tohumunu, ilk olarak Hollandalılar Avrupa’ya getirdi, sonra Fransızlar ve İngilizler… 17. yüzyılda kahve, Avrupa ülkelerinin sömürgelerinde yetiştirilmeye başlanan bir meta haline geldi. Böylece, 150 yıl boyunca dünyanın kahve ihtiyacını tek başına karşılayan Yemen’in Mocha limanı, Avrupalı ülkelerin yeni plantasyonları ve kahvenin yeni ticaret yollarına kavuşması ile bu imtiyazlı konumundan mahrum edildi. Bugün mezhep çatışması yaşanan, Şii Husiler ile Sünniler’in, arka planda da küresel güç odaklarının mücadele arenası haline gelen Yemen’de, işgal altında bulunan Mocha Limanı’nın eski şaşalı günlerinden hiçbir iz yoktur. Bundan sonra kahve, acı, zulüm ve esaret ile birlikte tüm dünyayı dolaşmaya başladı.

Antik Yunan’dan beri, en büyük savaş ganimeti olan kölelik, 17. yüzyıl itibariyle Avrupa ülkeleri için daha farklı bir kabuğa büründü ve sömürgecilik olarak yeniden doğdu. Kahve ticaretini de palazlandıran sömürgecilik, başka bir ticaret daha yarattı: köle ticareti. 15. yüzyılda ilk olarak Portekizliler ve İspanyollar, Afrika’dan gemilerle insan taşımaya ve satışını yapmaya başladılar. Yıllar boyunca süren ve milyonlarca insanın vatanından koparılarak, meta gibi gemilerle taşınmasına neden olan bu ticaret, bütün dünya düzenini değiştirdi. Kısa bir süre öncesinde keşfedilen Yeni Dünya’ya ilk köle gemisi, 1505 yılında geldi. Aynı dönemde, Yeni Dünya’ya şekerin gelmesiyle, neredeyse bütün Karayip adalarında köleliğe dayalı şeker plantasyonları oluşturuldu. 1720 yılında, kahve fidelerinin Karayiplere getirilmesiyle, kahve, köle ticaretine dayalı olarak tarımı yapılan en önemli ikinci tarım ürünü haline geldi. Yüksek yamaçlarda tarımı yapılması gerektiği için şeker plantasyonlarına nazaran daha sınırlı yerde tarımı yapılan kahvenin özellikle Jamaika, Dominika, St. Vincent, Grenada, St. Lucia ve Trinidad’taki tarlalarında binlerce Afrikalı köle çalışıyordu. Kahve üretimi, kısa süre içerisinde Haiti ve diğer Karayip adaları ile kıtanın güneyine de yayıldı. 1788 yılına gelindiğinde, Haiti tek başına tüm dünya üretiminin yarısını gerçekleştiriyordu. 18. Yüzyılın sonlarında, toprak sahiplerinin kahve üretiminde dönüm başına elde ettikleri kar, 25 pounda ulaştı. Bu, % 400 civarında bir kara karşılık geliyordu. 18. yüzyılda Afrika’dan şeker ve kahve plantasyonlarında çalışmak üzere 400.000’in üzerinde köle getirildi. Amerika’dan yola çıkan kahve ve şeker yüklü gemiler, Avrupa’da yüklerini bıraktıktan sonra, dönüş yollarında Afrika’dan köle alırlar ve yine Amerika’ya getirirlerdi. Diğer Avrupa ülkelerine göre denizlerde üstünlüğü olan İngiltere, aynı zamanda köle ticaretinde de üstünlük elde etmişti. Çok zengin kesim, köle gemilerini finanse edip, tüm gelire sahip olurken, daha az gelirli tüccarlar, köle gemilerinden hisseler alırlardı. Bununla birlikte, yoksullaşan ve çatışmalara sürüklenen Afrika ülkelerine silah satışı yapılırdı.

18. yüzyılın sonlarına gelindiğinde, Amerikan bağımsızlık fikirlerinin Boston’da başlayarak, Amerika’nın belirli yerlerinde hızla yayıldığı bu dönemde, ticareti İngilizlerin tekelinde olan çay yerine, kahvenin içilmesi vatanseverlik olarak nitelendirilirdi. Hatta bazı meyhanelerde çay bilinçli olarak servis edilmez, çay talep edenlere kahve önerilirdi. Çaya uygulanan yüksek vergiyi protesto etmek amacıyla, 16 Aralık 1773 yılında İngiltere’den gelen tonlarca çayın Boston Limanı'nda Amerikan özgürlükçüler tarafından denize dökülmesi yani Boston Çay Partisi ile Amerikan Bağımsızlık Savaşı da başlıyordu. Savaşın kazanılması ile üzerinde güneş batmayan ülke, çay imparatorluğu Büyük Britanya, büyük bir darbe aldı, 20. ve 21. yüzyılda tüm ekonomik ve siyasi dengeleri değiştirecek Amerika yani Kahve İmparatorluğu sahneye çıktı.

1776 yılında Amerika bağımsızlığı ilan ettiğinde, Amerika’da 700.000’nden fazla köle bulunmaktaydı. Bu sayı, köleliğin Amerika’da yasaklandığı 1808 yılına kadar da bir hayli arttı.

Amerika kıtasının kahve üretimindeki üstünlüğü, köleliğe dayalı tarımın sonucu oldu.

Günümüzde dünyanın en büyük kahve üreticisi, Brezilya'dır. Ülkenin kahve ekonomisi, 1881 yılında, yani diğer ülkelere göre neredeyse yarım asır sonra yasaklanmasına kadar, köleliğe dayanır. Çok yaygın bir söylem vardır: Brezilya, kahvedir, kahve ise zenci.

Vietnam, kahve üretiminde Brezilya'yı takip eder. 1857 yılında Fransa tarafından sömürgeleştirilen ve böylece kahve ile tanışan Vietnam, 20. yüzyılın sonuna kadar vasat bir kahve üreticisiydi. Vietnam, 1973 yılında sona eren savaşta, Amerika'nın Vietnamlı askerlerin gizli sığınakları bulmak için Portakal Gazı denen herbisiti püskürtmesi sonucu ormanlarının %14'ünü ve 4,5 milyondan fazla ekili alanını kaybetti. Savaşın sonunda, Vietnam bir enkaza dönüştü. 2000'li yılların başında Dünya Bankası ve diğer fon kuruluşlarının da desteğiyle, ucuz iş gücünün de katkısıyla kahve üretimine, plantasyonları arttırarak devam edildi. Vietnam, 2001 yılında dünyanın en büyük 2. kahve üreticisi oldu. Yüksek rekolte ile birlikte, ucuz işgücü ve düşük maliyetli üretim sayesinde, küresel kahve fiyatlarını oldukça düşürdü. Vietnam'ın en büyük 2. kahve üreticisi olarak yükselişi, günümüzde küresel kahve piyasasının içerisinde bulunduğu darboğazın nedeni olarak gösterilir.

Kahve tüketimi dünyada hızla yayıldığından ve kahve, çok çabuk bayatlayan bir gıda olduğu için sektör temsilcileri, 1800'lü yılların başında kahve esansını üretti. Bu ürün, aslında içecek haline getirilen kahvenin, kahve aroması eklenen konsantre halidir. Hazır kahve, I. ve II. Dünya Savaşlarında siperlerde, askerlerin en büyük yoldaşı oldu. Hazır kahveyi, 1960'lardan sonra spesiyalite kahve izledi. Dev firmalar, farklı aromalar katarak, genellikle düşük kaliteli ve düşük maliyetli kahveleri, "spesiyal kahve" olarak, yüksek fiyatlar ile tüketiciye sunmaya başladılar.

Köle ticareti ve sömürgecilik ile elele günümüze kadar gelen kahve sektörü, günümüzde yine kölelik benzeri bir sistem üzerine kuruludur. Zengin bir azınlık zümrenin hakim olduğu kahve sektörü, kadın, erkek ve çocuk demeden, uzun çalışma saatleri, buna karşılık bir hayli düşük ücretler ile insan çalıştırmaya devam eder. Özellikle ABD baskısının ve darbelerin yoğun olduğu Latin Amerika ülkelerinde, hem devletin, hem de ABD'nin siyasal gücü kahve sektörü üzerinden halka empoze edilir. Benzer bir durum, Doğu'daki üreticiler için de geçerlidir.


Kaynaklar:
Anthony Wild, Kahve: Bir Acı Tarih, MB Yayınevi, 2004
Oral Sander, Siyasi Tarih: 1918-1994, Ankara, 1989.
“What is Slavery, the Abolition Project”; http://abolition.e2bn.org/slavery_40.html(26.07.2015)
“How sugar changed the world”; http://www.livescience.com/4949-sugar-changed-world.html(26.07.2015)
“Coffee”, http://www.agricarib.org/primary-dropdown/coffee (26.07.2015)


*Bu yazım, ilk olarak bir arkadaşımın yayına hazırladığı Apelasyon dergisinde yayınlanmıştır.

Kitaplarda Seyahat

Gezi Notları

Malcolm Gladwell'den Outliers

Gladwell'e göre başarıyı yalnızca yüksek IQ ile açıklamak doğru değil. Başarıya katkı sağlayan bir dizi faktör bulununyor. Doğru soydan gelmek ve etnik kimlikte olmak, yol gösterici ve orta veya üst tabaka ebeveynlere sahip olmak, doğru zamanda doğmak, doğru zamanda ve doğru yerde bulunmak, kültürel özellikler, çok çalışmak vb. bunların her biri başarının elde edilmesinde büyük öneme sahip. İşte birkaç örnek:
  • Hockey milli takımında oyuncuların büyük kısmının, Ocak- Mart ayları doğumlu olması – seçmelerde yaşı büyük olanlara şans verilmesi ancak yılın sonuna doğru doğanlara şans tanınmaması.
  • 10.000 saat kuralı – bir şey üzerinde ne kadar çalışılırsa o kadar büyük başarı elde edilir. Beatles’ın Hamburg barlarında haftanın 7 günü, günde 8 saat çalması, Bill Joy ve Bill Gates’in saatlerce bilgisayar ile uğraşması, Mozart’ın ünlü olmadan önce saatlerce piyano çalması vb.
  • Doğru zamanda doğmak ve doğru background’dan gelmek başarıda belirleyicidir. Örneğin, dünyanın en zenginlerine bakıldığında büyük buhranın hemen sonrasında 30’lu yıllarda zenginleşen işadamları ile 1950-57 yılları doğumlu teknoloji ile bağlantılı dehalardır. Öte yandan, etnik kimlik ve aile de çok önemli. Örneğin, 1970’lere kadar ABD’de WASP – White Anglo-Saxon Protestan avukatlar, yalnızca şirket davalarına bakıp, müthiş paralar kazanırken, Yahudi ailelerden gelen avukatlar dışlanır ve az sayıdaki ceza davalarına bakarlarmış. Ancak 1970’lerden sonra yasal düzenlemelerin de değişmesi ile WASP avukatların baktığı dava sayısı azalmış ve ceza davaları daha yaygın hale gelmiş. Devir, Yahudi avukatların devri olmuş.
  • Gelinen soyun ve etnik kimlik, başarıda çok önemli. 1880’li yıllarda Doğu Avrupa kökenli Yahudiler, ABD’ye yoğun olarak göç ettiler. Avrupa’da Yahudilerin toprak sahibi olması yasak olduğu için Yahudiler, Avrupa ülkelerinde büyük şehirlerde yaşamakta ve çoğunluklar zanaat ve ticaret ile uğraşmaktadırlar. Bu nedenle, ABD’ye göçen ilk göçmenler de şehirlerde küçük, tek odalı dairelerine yerleştiklerinde tekstil ve hazır giyim başta olmak üzere ticari aktivitelere yönelmişlerdir. Çoğunluklar karı-koca birlikte çalışmışlar, tek odalı evlerinin bir bölümünü sweat shops – yani üretim yeri olarak kullanmışlardır. Buna karşılık, Avrupa’da tarım ile uğraşan İtalyanlar ve diğer Batı Avrupa halkları şehir yaşamına adapte olmada zorluk çekmişlerdir.
  • Kültürel Kalıtım, başarıda etkin olan diğer bir faktör. Kore havayollarında çok sık uçak kazalarının yaşanması ve bunda Kore kültüründeki hiyerarşik ilişkilerin pilotlar arasında da kendini göstermesinin büyük rol oynaması – iletişim kopukluğu ve kule ile görüşmelerde yanlış anlaşılmalar. Diğer örnek, yılın büyük bir kısmında sabah erkenden kalkan ve yıl boyunca çalışan pirinç çiftçilerinin matematik zekasının çok gelişmiş olması. Asyalıların matematikte Batı’ya göre daha iyi olmalarında, nesiller boyu süregelen bu alışkanlık ve yaşam tarzının etkin olması. Aynı şekilde, ABD’nin bazı kırsal bölgelerinde zor yaşam şartlarının ve hayvancılıkla uğraşan halklarda onurun çok önemli olması gibi.
  • Son olarak, ebeveynlerin çocuklar ile ilişkileri, iletişim kurmaları, çocuğun bulunduğu ortamda bilgiye erişiminin kolaylığı da başarıda çok önemlidir.
Okuması çok keyifli, bilgilendiren ve zaman zaman da şaşırtan bir kitap...

Ezginin Dünyası

Venedik, 2005


Bir dünya haritası alıp, rastgele ülkeler, şehirler seçmek... Ülkelerin başkentlerini ezberlemek; dillerini, insanların yaşayışlarını, ne giydiklerini, ne yediklerini merak etmek, araştırmak...

Diplomasi, uluslararası ilişkiler, dış politika ve siyaset de madalyonun diğer yüzü...

Küçüklüğümden beri ilgilendiğim, sevdiğim ve hayatımın sonrasında ama bilerek, ama tesadüfen karşıma çıkan konular. Her doğum günümde pastayı üflerken, her yılbaşında ve Hıdırellez’de hep dileğim veya dileklerimden biri, dünyayı gezmek, bilinmeyeni bilmek, öğrenmek...

12 yaşındayken 15 günlük dil kursu için İngiltere'nin güneyinde yer alan Bournemouth'a gitmem ile başladı seyahat serüvenim. Sonra üniversitedeyken yaz tatilinde work & travel ile gittiğim 3 aylık California, San Diego macerası. Bir yıl sonra, internet araştırmalarım sonucu bulduğum İtalyanca dil kursu için gittiğim İtalya'nın Perugia kenti. 2007 yılında Özgür ile çıktığımız 16 gün süren, Yunanistan, İtalya, Avusturya, Fransa, Belçika ve Hollanda olmak üzere 6 ülke ve 12 şehri gezdiğimiz interrail ile Avrupa turu. Sonrasında kısa süreli tatiller için Yunan Adaları Kos, Sakız, Midilli ve Rodos. Ve 2012 yılının başında hayatımı değiştiren bir teklif ile İzmir'in dünyanın en büyük organizasyonlardan biri olan EXPO adaylığı için çalışmaya başlamam ve Asya Pasifik bölgesiyle tanışmam. Maldivler, Sri Lanka, Nepal, Malezya, Endonezya, Vietnam, Kamboçya, Laos, Tayland, Avustralya, Tuvalu, Fiji, Vanuatu, Marşal Adaları, Nauru, Kiribati, Güney Kore... Aralarda Brüksel, Cenevre ve New York ile bol bol Paris. 


Viyana'da haritadan otelin adresini bulmaya çalışırken
İzmir’in EXPO 2020’de kaybetmesinin ardından yine karşıma çıkan müthiş bir fırsat ve yeni işimde seyahat tutkunu, dünyalar tatlısı bir patron ile Güney Asya başta olmak üzere yine bol bol seyahat…

Küçüklüğümden itibaren gittiğim yerlerde not aldığım gözlemlerimi ve gitmediğim ama çok merak ettiğim coğrafyalar ile ilgili öğrendiklerimi toparlamaya ve 
annem, babam ve Özgür'ün cesaretlendirmeleri ile bu blogta paylaşmaya karar verdim. Hem yaşadıklarımı hatırlamak, hem de zaman zaman gitmediğim yerler hakkında da bilgiler toparlayıp paylaşarak gitmiş kadar olabilmek için. Dünya büyük, hayat kısa... Az zamana çok şey sığdırabilmek mesele. 

Buket Uzuner, Yolda kitabında koku ve tatların anılarımızı harekete geçirdiğinden bahseder. Ben buna müziği de ekliyorum. Her zaman diyara özgü değil ama deneyimle de anlam kazanan müzik parçaları, hatıralarımızı canlandırabilir. O zaman şöyle diyebiliriz, seyahat anlatılarına kimi zaman kokular, tatlar ve şarkılar da eşlik edebilir.

Sizleri Dünyanın Ezgisi ile baş başa bırakıyorum.

İyi okumalar...

Kamboçya

Hala Ho Chi Min City'de, uçağın içerisinde bekliyorum. Bunu fırsat bilerek, Kamboçya ile ilgili bazı notlarımı ileteceğim. 


Öncelikle şunu söylemeliyim ki, Kamboçya ilk fırsatta tekrar ziyaret edilecek yerlerin başında geliyor. İnsanlar, diğer Asya ülkelerindeki gibi çok güler yüzlü ve kalender. Ve diğer Asya ülkelerinde olduğu gibi insanlar, burada da çok zulüm görmüş. 1960'lı yılların başında Asya bölgesinin en gelişmiş ülkesi olarak, Güney Kore'ninkinden daha yüksek kişi başı gelire sahip olan Kamboçya, 1970'lerdeki sözde kızıl rejim olan Kimer Rouge rejimi ile hızla düşüşe geçmiş. Bu dönemde, tarihi eserler yok edilmiş, okullar ve üniversiteler talan edilmiş ve 2 milyon insan öldürülmüş veya fakirlikten, fazla çalışmaktan veya hastalıktan ölmüş. Kral, bu sırada 3 yıl hapiste tutulmuş, daha sonra Washington'a sığınarak, soykırım ile ilgili Birleşmiş Milletler’e suç duyurusunda bulunmuş. Kimer Rouge rejiminin sonuna doğru Çin ve Kimer baskısından korkan Vietnam'ın Kamboçya'nın topraklarını işgal etmesi de Kimerlerin yani Kamboçya halkının derdine dert eklemiş. Burada konuştuğum bir Türk, insanların korkunç hikâyeler anlattıklarını ve bir tanıdığının şu an Avrupa Birliği İnsan Hakları Mahkemesi’nde yargılanan Kızıl Kimer temsilcilerine gidip, "biz size ne yaptık ki, ne silahımız vardı ne de bir gücümüz. Bizden ne istediniz" diye sormak istediğini anlattı. Kızıl Kimerlerin, binlerce insanı öldürdüğü ölüm tarlaları, şu an turistlerin ziyaretine açılmış durumda.

Tüm bunlara rağmen veya bu yaşanılanların da etkisiyle Kimerler, çok kalender ve saygılı bir halk. Size selam veriyorlar, gülümsüyorlar, siz yürürken mutlaka yol veriyorlar. Aslında biraz da mahcubiyetleri var. Sanki hep suçlanmış gibi. Mesela, otelde kapım bozuldu ve kapıda kaldım. Görevliler o kadar üzüldüler ki, onları rahatlatmak için ne diyeceğimi bilemedim.

 Phnom Penh’de çok sayıda motosiklet bulunuyor ve motosikletlerin çektiği, üç tekerlekli tuktuklar her yerdeler. İnsanlar, motorlara ailece biniyorlar. Çocuklar ve bebekler genellikle anne ve babanın ortasında sıkışıyor. Motorda uyuyan ve emen çocuklar bile gördük. Kimse yadırgamıyor.

Phnom, tepe demek. Penh ise çok güçlü bir kadının adı. Kamboçya'da anaerkil bir yapı var. İlk yöneticisi zaten kraliçeymiş. Dünyanın en eski yerleşim yerlerinden olan Angkor Wat tapınağının bulunduğu Siem Reap'e maalesef gidemedim. Siem Reap'ın da bir anlamı varmış. Thailer yani Siamlar, Angkor Wat’ı işgal etmiş ancak Kimerler tarafından yenilgiye uğratılmışlar. Kimerler de onlara Siem Reap yani “Taylandılar yerle bir oldu” demişler. Bu şehrin adı da Siem Reap olarak kalmış.

Angkor Wat, Dünya Kültür Mirası listesinde yer alıyor. 12. Yüzyılda Hindu tapınağı olarak inşa edilmiş, sonra Budist tapınağına çevrilmiş. Angkor Wat, ‘Tapınaklar Şehri’ anlamına geliyor. Angkor Wat’ın resminin yer aldığı Kamboçya bayrağı, dünyada üzerinde bir yapı bulunan tek bayrak.

Kral kısa bir süre önce ölmüş. Yerine Çek Cumhuriyeti’nde bale eğitimi alan oğlu geçmiş. Gay olduğu söyleniyor. Hem krala, hem kraliçeye çok saygı duyuyorlar. Royal Palace'ı dışarıdan görebildik. Zaten kral ve annesi Çin’delermiş.

Ülke turizmi, birbirinden güzel tapınakları ve doğası sayesinde hızla gelişiyor. Kral ölmeden önce turizme çok önem verir, yerel halkı sık sık toplayarak ülkelerine gelen yabancılara hep gülümsemelerini nasihat edermiş.

Şimdiye kadar gördüğüm en güzel çocuklar buradaydı. Sevimli, parlak kara gözlü, hafif koyu tenli, siyah ve düz saçlı bu çocukların yüzünden gülücük eksik olmuyor. Zaten biraz da bu yüzden sanırım, ülkenin fakirliğinin de beraberinde getirdiği çaresizlik ve yeni ekonomik gelir kapısı arayışları sonucunda, dünyadaki uluslararası evlat edinme veya çocuk trafiğinin başoyuncuları maalesef bu Kamboçyalı çocuklar. Çocukların dar gelirli aileleri tarafından, para karşılığı yerel yetimhanelere teslim edilmeleri, daha sonra uluslararası ağlar ve web siteleri kanalıyla bu çocukların çeşitli ülkelerde bulunan ailelere verilmesi sürecine aracıların ve bolca rüşvet alan kamu görevlilerinin dahil olması ile baş rolde masum çocukların yer aldığı ve belki iyi niyet ile başlayan bu sistem, uluslararası insan trafiğine dönüşmüş. Unicef’in konuya dahil olması ve gelişmiş ülkelerin bir kısmının Kamboçya’dan evlat edinmeyi yasaklaması ile Kamboçya Hükümeti, 2009 yılında bu sistemi askıya alma kararı almış. Kamboçya, 4 yıl boyunca Unicef’in de desteğiyle gerekli, şeffaf bir mekanizmayı kurduktan sonra 2014 yılında sisteme tekrar devam edileceğini duyurmuştu. Ne kadar şeffaf bir sistem kurulduğunu anlamak mümkün değil maalesef. Kamboçya’dan evlat edinme ile ilgili düzinelerce web sitesine rastlamak mümkün. Kamboçya’da oldukça aktif olan bu sektör, aslında tüm dünyada milyarlarca dolarlık bir endüstriye dönüşmüş durumda.

Bu arada Asya Bölgesi'nde uçmadığım havayolları kalmadı. Jet Airways, Sri Lankan Airlines, Bangkok Airlines, Thai Airlines, Vietnam Airlines, Malaysian Airlines, Laos Airlines, Emirates Airways ve en son da Ortadoğu’dan Katar Havayolları. Uçağımız sonunda kalkıyor, görüşmek üzere.


1 Mart 2013, Ho Chi Min

Bangkok ve Phuket


Haziran ayında, yıllık iznimizi, Bangkok, Phuket ve Singapur’da geçirdik. İkimiz de daha önce iş için Tayland’da bulunmuş, ancak çok az vakit geçirebilmiştik. Bu dönüş, ülke hakkında biraz daha detaylı bilgiye sahip olmak, hem de biraz dinlenmek için harika bir fırsat oldu.

Tayland nüfusunun %90’dan fazlası Budhist. Sokaklarda, dükkânlarda, restoranlarda sunaklar ve tanrılara sunulmuş yiyecek ve içecekler görmek, sık sık sokaklara yayılan tütsünün hoş kokusuna rastlamak mümkün. Budizm, ilk Hindistan’da başlıyor ve tüm Asya’ya oradan yayılıyor. Öğretileri ve hayatı ile milyonlarca takipçisi olan bu dine can veren Buddha’nın (asıl adı Siddhartha Gautama), Nepal ve Hindistan sınırında bulunan Kapilavatthu’da doğduğu biliniyor. Budizm’in iki ana akımı var. Biri Tayland’da da hâkim olan Theravada (İhtiyarlar Okulu), diğeri ise Sanskritçe’de Büyük Taşıyıcı anlamına gelen Mahayana’dır. Theravada’da amaç nirvana’ya ulaşmak. Mahayana’da ise toplumsal aydınlanma hedeflenir. Tanrı kavramı olmadığı için, Budizm aslında bir felsefe veya öğretiler bütünü olarak kabul edilebilir.

Tayland’da din önemli ve başkaları tarafından mutlaka saygı duyulması gereken birleştirici bir unsur. Çok sayıdaki tapınağı ziyaret ederken, kıyafete ve konuşma sesine dikkat edilmesi gerekiyor. Bazı yerlerde fotoğraf çekilmesine de izin verilmiyor. Budist rahiplere, toplu taşıma araçlarında mutlaka yer verilmeli. Zaten metroda bir veya iki koltuk, bir uyarı işareti ile onlara ayrılmış durumda.

Tayland’da ordu çok güçlü ve ülke, siyasi tarihi boyunca sık sık askeri darbeye maruz kalmış. Hatta birkaç ay önce yürürlüğe konan bir yasa ile orduya gözaltına alma ve tutuklama yetkisi de verilerek, yerleşmiş bir askeri devlet olma yolunda büyük bir adım atılmış ve ülke, bu açıdan uluslararası çevrelerinin ve insan hakları örgütlerinin eleştirilerini almış.

Tayland’a gitmeden önce, ülkeyle ilgili ilgimi çeken birkaç yazıda da tespit edildiği gibi, Bangkok, bir zıtlıklar şehri. Zengin ve fakir arasındaki uçurum, devasa gökdelenler ile yere yakın taburelerinden insan eksik olmayan küçük sokak yemeği tezgâhları görüntüleri ile somut bir bedene bürünüyor. Neredeyse adım başı rastlanan, geceleri ışık şölenine dönüşen Chanel, Prada, Fendi gibi mağazaların yanı başında gece yarısına yakın bir saatte, günü neredeyse gün yüzü görmeden geçirmiş hizmet sektörü çalışanları, neredeyse 40 yıl öncesinden kalma otobüslerden bozma servis araçlarını bekliyor.

Bangkok’u ikiye ayıran Chao Phraya Nehri’nin kolları şehrin içlerine kadar sokulduğundan, Bangkok’un Uzak Doğu’nun Venedik’i olarak anılmasını sağlıyor. Chao Phraya nehrinde, 1 saatlik turlara çıkmak, hem çok sayıdaki tapınağı görmek, hem de tekne tali kanallara girdiği ve evlerin oldukça yakınından geçtiği için insanları rahatsız etmeden yaşayışlarını gözlemlemek açısından yararlı ve çok da eğlenceli. Nehir turu sırasında, yüzen marketlerden alışveriş de yapılabilir. Biz hem kendimize, hem de kaptanımıza birer içecek aldık. Biraz önce bahsettiğim, zengin-fakir uçurumu, nehir turunda daha net görülüyor. Koltukları bile olmayan barakaların yanında lüks evler yer alıyor.

Tayland’da, geleneksel bitkisel karışımlar, başarıyla markalaştırılmış. Uzakdoğu’da neredeyse her ülkede Thai menşeili kaplan yağı bulmak mümkün. Biz, Özgür’ün yara olan ayağı için sokaklarda ve AVM’lerde sık sık rastladığımız Boots’tan Natural Banana Bee kremi aldık ve çok işe yaradığını gördük. Kaplan yağı ve tedavi edici etkisi bulunan banana bee kremi mutlaka alınmalı.
Asiatique, Chao Phraya Nehri'nin kıyısında, eskiden East Asiatic Company'e ait rıhtımların üzerine kurulu, akşam pazarı. Kral Chukalongkorn zamanında, 1897 yılında Hans Niels Andersen tarafından Danimarka Kopenhag’da kurulan East Asiatic Company, o sırada Siam ile ticaret yapan Avrupalı firmalardan biri. Firma, özellikle Tayland'dan tik ağacı ticareti yapmak için kuruluyor. Chao Phraya Nehri’nin kıyısındaki rıhtım, 1947 yılına kadar kullanılıyor. Daha sonra, 1947 yılında restore edilerek, mutlaka gidilmesi gereken bir akşam pazarına dönüştürülüyor. Çok renkli, güzel butikler, Tayland'a özgü ürünlerin satıldığı küçük dükkânlar var. Sky Train ile Saphan Taksin durağında indikten sonra, nehir kıyısında, Sathorn iskelesinden ücretsiz tekne servisleri ile keyifli bir nehir yolculuğu sonunda buraya ulaşılabilir. 

Chatuchak, biraz daha lokallerin geldiği bir hafta sonu pazarı. Ben, Cuma akşamı gidebildiğim için pazarın yarısı henüz açılmamıştı. Özellikle kitap bölümünün güzel olduğunu okumuştum ama maalesef göremedim.
Taksi yerine tuktukların kullanılması hem daha hesaplı, hem de açık havada seyahat edildiği için çok keyifli. Azıcık egzoz dumanına ve türlü türlü kokulara maruz kalınabilir. Mutlaka pazarlık yapılmalı. İlk söylenilen ücretin yarısına anlaşılıyor genellikle. Her tuktukçunun anlaşmalı olduğu mağazalar var. Pazarlığın içerisine bu anlaşmalı mağazalara gitmeyi de kabul ettiğinizi eklerseniz, 2-3 dakika bu mağazalarda görünürseniz, hem adamların gönlünü almış oluyorsunuz, hem de biraz indirimi kapıyorsunuz. Ama yok benim acelem var derseniz, fiyatı konuşurken mutlaka “no stop” demeniz lazım. Anladığımız kadarıyla mağaza sahipleri, tuktukçulara getirdikleri müşteriye göre benzin yardımı yapıyor. Yolda haritaya baktığımızda mutlaka biri duruyor ve yardımcı oluyor. Bazen, nereye gittiğinizi öğrenip, gidilen yerin kapalı olduğunu söyleyip, sizi yolunuzdan vazgeçirmeye çalışıyorlar. Sonraki adım zaten yeni bir öneri veya tanıdık birine sizi yönlendirmek oluyor.

Seafood Restaurant, Bangkok
Havalimanından otele geldiğimiz City Train, Sky Train, tuktuk ve taksi dışında biz Über'i de kullandık, hem de çok memnun kaldık. 

Seafood Restaurant, Bangkok
Evde yemek pişirme alışkanlıkları pek yok. Genelde, neredeyse her köşe başında yer alan sokak satıcılarından yemek alıyorlar. Buralarda pilav, kızarmış veya ızgarada pişirilmiş tavuk, balık, et ve çeşitli sebzeler satılıyor. Taze meyve satıcıları ile içecek satıcıları da oldukça fazla. Ben maalesef yiyemedim. Hatta birbirine karışmış yemek kokularından birazcık rahatsız oldum. "World Citizen" olma yolunda, bu noktada takılıyorum maalesef. Thai birası Chang çok lezzetli ve hafif, mutlaka denenmeli.  Siam Paragon'un G katında, çok çeşitli ve renkli bir gıda ve restoranlar bölümü yer alıyor. Biz, Piri Piri isimli Portekiz Restaurant'ında acı soslu tavuk yemeyi tercih ettik. Tabi ki Chan ile.  Siam Center'ın Food Republic isimli yiyecek bölümü enfes. Asya mutfaklarının yanı sıra Batı yemekleri de bulunabiliyor. Biz, Tepenyaki Express'te karar kıldık. Et ile birlikte pilav ve yosun çorbası da yedik. Çok lezzetliydi. Bangkok’taki en keyifli yemeği, Sukhumvit Caddesi’nin ara sokaklarında bulunan Seafood Market’te yedik. Geniş bir alana kurulmuş bu market - restaurantın ortasında masalar, yanlarında da çeşitli deniz ürünleri, balıkların, salatalık malzemeler ile sebzelerin yer aldığı satış bölümleri yer alıyor. Market arabası ve bir görevli ile bu satış alanlarını gezerek, yemek istediğimiz deniz ürünlerini ve salatalık malzemeleri seçtik. Ayrıca, dünyanın her yerinden alkollü içeceklerinin yer aldığı, hatta Efe Rakının bile bulunduğu içecek reyonundan Chang biramızı da aldık. Biz, ıstakoz, istiridye, buraya özgü bir balık olan red snapper ile bol bol yeşil limon ve domates aldık. Aldıklarımızın ücretini ödedikten sonra, servis görevlilerine, ıstakoz ve balığın ızgara yapılmasını, domatesin ise doğranmasını istediğimizi söyledik. Yediğimiz her şey çok lezzetliydi. Zaten, Tayland’da kralın emriyle kimyasal tarım yapmak yasak olduğu için, tüm sebze ve meyveler organik ve oldukça da lezzetli.


BİRKAÇ NOT DA PHUKET'TEN:

Biz, dinlenme odaklı, izole bir tatil yerine, insanları tanıyabilmek ve günlük hayat akışına şahit olabilmek için Phuket’in en hareketli yeri Patong‘ta kalmayı tercih ettik. Burasari Hotel isimli, spa merkezi ödül almış ve gerçekten de oldukça başarılı olan bir otelde konakladık. Patong, altın kum tanelerinin olduğu, uzun bir plaj. Orada bulunduğumuz mevsim nedeniyle arada yağan muson yağmurları eşliğinde, Hint okyanusunun sıcacık suyuna girmek çok keyifli oldu. 
Burasari Hotel, Paton

Phuket’in ismi, dağ anlamına gelen “Phu” ile mücevher anlamına gelen “ket”in birleşmesi ile oluşuyor. Burası, düşündüğümüzün aksine oldukça pahalı. Toplu taşıma, Patong-Phuket Town arası gidip gelen mavi otobüsler dışında neredeyse bulunmuyor. Adım başı, oldukça düşük fiyatlara hizmet veren masaj salonları bulunuyor. Fuhuş, çok yaygın. Hatta, ekoturizm, deniz turizmi veya kültür turizmi gibi turizmin alt tipleri arasında, gayet normal, yadırganmayan bir biçimde yerini almış: Seks Turizmi. Gece hareketlenen ünlü barlar sokağı Bangla Street’te bol bol gogo bar ve çeşitli gösterilere rastlamak mümkün. Aynı sokakta, cinsel gücü arttırdığına inanılan kurutulmuş yılan ile ızgara akrep ve çeşitli böcekler de satılıyor.
Tatile gelen Avustralyalı veya Avrupalı erkeklere genellikle Thai kadınlar veya bazen de genç erkekler eşlik ediyor. Operasyonla cinsiyet değiştiren veya eşcinsel erkeklere, ladyboy yani yerel adıyla kathoey deniyor. Tayland’da ladyboy’lar 3. bir cinsiyet olarak kabul görüyor. Ladyboy’ları gerçek bir kadından ayırmak gerçekten çok zor. Birçoğu küçük yaşta başladıkları hormon takviyeleri nedeniyle bir kadının vücuduna sahip. Yağmur yağdığı için girmek zorunda kaldığımı masaj salonunda, bir ladyboy ile sohbet ettim. Bangkokluymuş. Patong’ta çalışıp, 

Barda Jenga, Phuket
para biriktiriyor, kazandığı paranın bir kısmını da annesine gönderiyormuş. Benimle konuşurken hem teyzesi, hem de kız kardeşi arayıp para istedi. Ben burada çalışıyorum diye beni zengin sanıyorlar, sürekli para istiyorlar, sonra da ödemiyorlar diye yakındı. Genellikle masaj yapıp, para kazanıyormuş ancak arada özellikle İranlı ve Arap turistler ile birlikte oluyormuş. Asıl yüklü kazancı bundan elde ettiğini söylüyor. Ancak hem güvenlik, hem de hastalık açısından riskli olduğunu belirtiyor. Bu arada Tayland’da estetik cerrahi operasyonlarının çok yaygın ve ucuz olduğundan bahsetti. Asya'da olduğumuzu hatırlatan motosiklet ve tuktuk, burada da trafiğin en önemli öğeleri. Phuket’te her yerde yanınıza yaklaşan sokak satıcıları, ipekten, uyuşturucuya oldukça geniş bir ürün yelpazesine sahip. Ağzınıza kaşıkla badem sokmaya çalışanlar bile var. Hijyen koşullarına pek aldırmamak gerekiyor.  

Trickeye Museum, Phuket
Hizmet sektöründe çalışan insanların büyük kısmı, Tayland’ın çeşitli bölgelerinden para kazanmak için, ailelerini, hatta bazen çocuklarını bırakıp buraya gelmişler. İnsan hayatı çok ucuz. Hiçbir güvenlik önlemi almadan parasailing ile 20 metre yukarıya çıkan insanlar ile neredeyse 24 saat uyumayan garsonlara rastladık. Çalışma saatleri uzun. Mekân sahiplerinin bir kısmının Avustralyalı olduğunu öğrendik.

Trickeye Museum, Phuket
Phuket’te ziyaretçilerin genellikle tecrübe etmeden gitmediği, birkaç aktivite var. Bunlardan biri, milyon dolarlara mal olduğu her halinden belli olan, tema parkı Fantasea ziyareti. Dev fillerin üzerinde ormanda dolaşmak, yani fil safari ile bana oldukça itici gelen atış poligonları.  Phuket Town’da bulunan Trickeye Museum, oldukça basit bir teknik ile oluşturulmuş, çok keyifli bir eğlence merkezi. Duvarlara ve zemine çizilen resimler ile doğru açıda durarak çekilen fotoğraflarda 3 boyutlu bir alandaymışsınız hissi veriliyor. Bunların dışında, birçok adacığa yapılan günlük turlar ile ladyboy’ların sahne aldığı cabaret show’lar var.