17 Haziran 2017 Cumartesi

Sıfır Noktasındaki Kadın ve Wadjda'nın Bisikleti


Kadın olmak her coğrafyada zor ama Ortadoğu’da kadın olmak çok zor... 

Ortadoğulu dört kadın... Firdevs, Firdevs'in hikâyesini anlatan Neval, Wadjda ve Wadjda’nın yaratıcısı Haifaa Al-Mansour... 

Mısırlı feminist araştırmacı, yazar ve doktor Neval El Seddavi, nevrozlu kadınlar ile ilgili çalışma yürütürken, Kahire'de bulunan Kanater cezaevinde önce Firdevs'in trajik hikayesi, sonra da kendisi ile karşılaşır. 

Firdevs, infazına saatler kala, hücresini ziyaret eden Neval'e hayalleri olan bir kız çocuğundan, bir mahkûma nasıl dönüştüğünü anlatır. 

"Kız çocuklarından biri öldüğü zaman babam her zamanki gibi yemeğini yer, anneme ayaklarını yıkatır, sonra yatmaya giderdi. Ölen çocuk erkekse babam annemi dövdükten sonra yemeğini yiyip gene yatağa yollanırdı. Ne olursa olsun, babam asla yemek yemeden yatmazdı."

Sert bakışlı, dik duruşlu, ölümden korkmayan, cesur birçok kadına olduğu gibi, Firdevs de meydan okuduğu eril dünya düzeni tarafından ya güçsüzleştirilecek ya da direnci devam ederse susturulacak veya yok edilecekti...

"Erkeklerden nefret ettiğimin farkındaydım; fakat bu sırrı uzun yıllar başarıyla sakladım. En çok nefret ettiğim erkekler bana öğüt vermeye kalkışanlar ya da beni yaşadığım hayattan kurtarmak istediğini söyleyenlerdi. Onlardan daha çok nefret etmem, benden daha iyi olduklarını ve yaşamımı değiştirmek için bana yardımcı olabileceklerini sanmalarındandı. Şövalye gibi görürlerdi kendilerini; başka koşullarda oynayamadıkları bir roldü bu. Benim düşük bir insan olduğumu anımsatarak, kendilerini soylu ve üstün hissetmek isterlerdi. Kendi kendilerine, "Ne harika bir insanım ben. Şu sürtüğü çok geç olmadan bataktan çıkarmaya çalışıyorum" derlerdi.

Firdevs, 1974 yılının sonunda idam edilir. Neval ise 1981 yılında bu kez aynı hapishaneye mahkûm olarak döner.
Şimdi Suudi Arabistan’ın başkenti Riyad’dayız… Wadjda, Suudi Arabistan'da bir kadın yönetmen tarafından çekilen ilk film. 2012 yılında tamamlanan filmde, bazı sahneleri gizli çekmek zorunda kalan yönetmen Haifaa Al-Mansour, 11 yaşındaki bir kız çocuğunun gözünden Arabistan'da kadın olmayı anlatır. Wadjda, bir gün bir oyuncakçıda yeşil bir bisiklet görür ve ülkesinde kadınların bisiklete binmesinin hoş karşılanmamasına rağmen bu bisikleti almayı kafasına koyar. Para kazanmak için çeşitli yollar denese de, istediği parayı toparlayamaz. Sonunda okulunda düzenlenen kuran okuma yarışmasına katılır ve yarışmanın ödülü olan 1000 Riyal'i kazanır. Sahnede ödülü alırken, okulun müdiresi bu ödül ile ne yapacağını sorar ve Wadjda de bisiklet alacağını söyler. Ödülünü maalesef alamaz. 

Wadjda’nın yaratıcısı, baştan sona Suudi Arabistan’da çekilen ilk filmin yönetmeni Haifaa Al-Mansour, kendi tanımıyla “kadınların görünmez olduğu” bir ülkede bu durumu değiştirecek bir etki yapmak için yola çıkar. İlk eseri, “Kim” isimli bir kısa film… Bu filminde, kara çarşaflara bürünmüş, kadın kılığındaki bir seri katili anlatır. Seri katil erkektir ama kimse bunu fark etmez. Film sonra da şu soruyu sorar “Eğer Arabistan’daki bütün kadınlar tamamen kapalıysa, kimin kim olduğunu biz nereden bileceğiz?”. 

Haifaa, “doğduğu, büyüdüğü kültürü yermeden, insanları kızdırmadan ve saygısızlık etmeden”, samimi, naif ve yumuşak bir anlatımla, bir şeyleri değiştirmeye çalışır. Umutludur da. Son yıllarda Arabistan’da iyi şeylerin de olduğunu söyler.

Ortadoğulu dört kadın… Kitabı okuyup, filmi izlerken, sonra da hikâyelerini araştırırken, kulağımda hep aynı şarkı vardı. Asfour… Arapça’da kuş anlamına gelen şarkı, evinin penceresinden, gökyüzündeki kuşun özgürlüğünü izleyen bir kadını anlatır. Lübnanlı şarkıcı Feyruz, Marcel Khalifa ve Omayma El Khalil tarafından da seslendirilen Asfour şarkısını, bu kez Kardeş Türküler’den dinleyelim.


7 Mayıs 2017 Pazar

Yapım ve Geliştirme Nedeniyle Bir Süreliğine Seyahate Kapalıyız...

Neredeyse 6 aydır, tüm ısrarlarıma, serzenişlerime rağmen dünya tatlısı doktorumun eliyle çizilmiş, aile ve sevdiklerim tarafından güçlendirilmiş bir hayali sınırdan, bulunduğum noktadan yaklaşık 60 km'yi bulan bir alandan dışarı çıkmışlığım yok. Havalimanı yolu, uçağın kokusu, kabin amirinin anonsu, neredeyse her zaman iştahla yediğim uçak yemekleri, elimde pasaportum, sırtımda çantam, havalimanının koridorlarını, hızlı hızlı ama dünyanın fatihiymişim gibi arşınladığım günler burnumda tütüyor. 

Çünkü birkaç aydır, dünyanın en tatlı yolcularını taşıyan bir sıcak hava balonuyum. İkizlerimiz Deniz ve Mercan, içimde büyüyüp, serpildikçe de bu balonun uçabileceği hayali sınır yavaş yavaş daralıyor.

Şikayetçi miyim? Tabii ki hayır. Seyahat anılarımı, çocukluktan bu yana okuduğum, en sevdiğim kitaplarımı, dinlemekten bıkmadığım şarkıları ve favori filmlerimi onlara anlatmak için sabırsızlanıyorum. Düşünsenize, annem hediye etmeyi çok seven bir insan olduğu için bir hayli eksilse de  yine de önemli bir arşiv olan ve yıllardır annem tarafından saklanan Pippi Uzun Çoraplı Kız, Kim Takar Salatalık Kralını, Bir Şeftali Bin Şeftali ve daha birçok değerli kitabım, çok yakında küçük bir törenle yeni sahiplerine geçecek. 

Bu kitapların, biriktirilen deneyimlerin, gezdiğimiz coğrafyalarda çocukların yaşayışlarına ilişkin şimdiden aklımda beliriveren, masallaştırılmış anıların ve ilk etapta bizler tarafından yaratılan yaşam alanlarının, onları modern dünyanın empoze ettiği cinsiyetçi ayrıştırma ve rollerden bir nebze koruyacağını umuyorum. En azından ilk nefes aldıkları andan itibaren aynı batını paylaştıkları için karşı cinsiyeti belki de doğuştan bilerek, anlayarak ve belki empati yetisine sahip olarak doğacaklar. Ne mutlu bize! Bu da hayatın bir bonusu oldu ☺.

Henüz pıtırıkların odalarını hazırlamadık ama ilk seyahatimizi planlamaya başladık. Her şey yolunda giderse, gezgin bebelerimiz ile ilk seyahatimizi sonbaharda İstanbul'a yapmayı düşünüyoruz. Tabii önce doktorlarından izin almamız ve basıncın minnacık kulaklarını incitmeyeceğinden emin olmamız gerekecek. Uçağın kapısında çekilecek ilk fotoğrafın ayrıntılarını düşündüm bile.

Bebeler büyürken, ben de çok çabuk yorulsam da gezmekten geri kalmıyorum. Doktorumuz artık yürüyüşlere başyabileceğimizi söylediğinin ertesi günü 7 km yürüdüğümüzü duyunca, hemen duruma el koydu ve yürüyüşlerimizi sabah - akşam 20'şer dakika ile sınırlandırdı. Ben de daha önce hiç girmediğim sokaklara girip, kitapçılar, cafeler, restoranlar keşfediyorum. Yürüyerek seyahat de çok keyifliymiş.

Sonbahara kadar, eğer şartlar el verirse (ki bir süredir mümkün olmadı) paylaşımlara devam etmeye çalışacağım ama eskisi kadar sık olamayacak gibi görünüyor. Pıtırcıklar hızlı gelişim aşamasında oldukları için kolay tükeniyorum zira.  

Diğer bir deyişle, küçük hayat belirtileri verecek olsak da yapım ve geliştirme nedeniyle bir süreliğine seyahatlere kapalıyız. Ancak yakında çok daha geniş bir kadro ve yenilikler ile karşınızda olacağız...

26 Şubat 2017 Pazar

Nepal


Şu an Bangkok'a yeni inip, zar zor Kuala Lumpur uçağına yetişmiş bulunuyorum. Katmandu uçağının varışı ile Kuala Lumpur uçağının kalkışı arasında 40 dakika olduğu için biraz koşuşturmaca oldu. Valizlerimin de aktarılmış olduğunu umuyorum.

Katmandu'ya gidişim de heyecanlı oldu. Colombo'dan (Sri Lanka) uçağa son anda yetiştik. Önce Yeni Delhi'ye geçip, oradan da Katmandu uçağına bindik. Katmandu'ya akşam indik. Uçaktan, çok karanlık olduğu için Everest'i ve Himalayaları göremedim. Bol türbülanslı bir yolculuk yaptık. Katmandu’ya indiğimizde bizi, oldukça soğuk bir hava ve bizi gülümseten, "En Yüksek Dağların ve En Kısa İnsanların Ülkesi" yazısı karşıladı.

Fahri Konsolosun Yardımcısı Bay Shrestra bizi hemen çıkışta bekliyordu. Boynumuza ipek eşarplar astılar ve sonra bizi VIP salonuna aldılar. Diplomatik pasaportum olmadığı için gümrükte vize aldım. 


Nepal, oldukça fakir ve az gelişmiş ama bunun yanı sıra çok eski ve zengin kültüre sahip bir ülke... Yolların tozu, sürekli trafik sıkışıklığı ve yüzlerce motor nedeniyle havası çok kirli. Bu nedenle Nepallilerin çoğu maskeyle dolaşıyor. Nüfusun çoğunluğu Hindu dinine mensup ama ülkede hem Hindu, hem de Budist tapınakları bulunuyor.

Nepal yolculuğumdan kısa bir süre önce ABD’de yaşayan Nepalli bir arkadaşıma yolculuk planımdan bahsetmiştim, ondan da birkaç tavsiyenin de yer aldığı bir cevap almıştım. E-mailinin sonunda bakalım elektriksiz ne yapacaksın gibi bir ifadeye yer vermişti, çok da anlam verememiştim. Katmandu’ya geldiğim ilk gece ne demek istediğini anladım. Başkent Katmandu’da bile çok az yerde elektrik var. Geceleri sokaklar genellikle karanlık. Dükkânların çoğu jeneratör kullanıyor.


Gelir seviyesi çok düşük. Bürokrasiden, iş yaşamına rüşvet ve yolsuzluk sistemin her noktasına işlemiş. Ülke, doğal kaynaklar bakımından çok fakir. Turizm en önemli ve en umut veren ekonomik alan olarak görünüyor.

Son dönemde turizmi geliştirmek için tanıtım kampanyaları hayata geçirilmiş ama ülkede yapılması gereken çok şey var. Şu an çoğunlukla, Everest ve Annapurna dağlarından yapılan dağcılık sporları sayesinde turist çekebiliyorlar. Birbirinden eski ve ihtişamlı tapınakları oldukça bakımsız olsa da, diğer turist çekim merkezleri. Bir de parası olan ve az gelişmiş ülke görmek isteyen turistler, günümüz hippileri ile backpacker’ların uğrak yeri Nepal, özellikle başkent Katmandu…

Genellikle beslenme yetersizliği kaynaklı, bebek ve doğum esnasında gelişen ve müdahale edilemeyen sorunlar nedeniyle anne ölüm oranları oldukça yüksek. İnsanlar, derme çatma kulübelerde, bambudan evlerde, sokaklarda veya barakalarda yaşıyorlar. Kırsal kesimlerde ise yılan sokmaları çok yaygın, sanırım ölümcül de olabiliyor.

Sokak berberlerine her yerde rastlanabilir... Ayrıca, Bagmati nehri boyunca çamaşır yıkayan kadınlar görülebilir. Gündüzleri hava sıcak, geceleri ise bir anda soğuyor. İnsanlar, ısınma imkânları da çok olmadığı için battaniyelere veya yün şallara sarınıyorlar. Tütün kullanım oranı ise çok yüksek. Erkekler daha çok sigara içerken, kadınlar geleneksel olan ahşap nargileleri kullanıyor. Bozuk yollar ve yoğun trafik nedeniyle çok fazla trafik kazası yaşanıyor.

Erken yaşta gerçekleştirilen, görücü usulü evlilikler çok yaygın. Kız çocukları, okula gönderilmek yerine erken yaşlarda çalışmaya, sonra da evlendirilmeye yönlendiriliyor veya zorlanıyor. Erken yaş evlilikleri, aileler tarafından kararlaştırılan, görücü usulü de olabiliyor, genç erkek ve genç kızların bir arada olması ve birlikte vakit geçirmesi iyi karşılanmadığı için kendi istekleriyle de olabiliyor. Evli çiftlere, yaşları küçük olsa bile erken bebek sahibi olmaları konusunda baskı yapılıyor. 

Budistler, Nepal’in Buddha'nın doğum yeri olduğuna inanıyor. Nepal’de 85 Hindu ve 8 Budist tapınağı bulunuyor. Hinduizm'de neredeyse 10 bin adet farklı tanrı ve tanrıça var. Hinduistler, onların önünde eğilerek dua ediyorlar ve ona yiyecek sunuyorlar. Gittiğimiz tapınaklardan birinde yerlerde yemek yapıyorlar, köpekler, belki yüzlerce maymun ve insanlar birlikte, aynı yerden yiyorlardı. Biz yanlarına gittiğimizde, mandalina ile onların bol baharatlı karışımlarını yani masalayı yerde büyük leğenlerde karıştırıyorlardı ve bize de ikram ettiler. Her yerde tütsü yakıyorlar. Bugün hem toz, hem de sanırım tütsü nedeniyle burnum çok akıyor.
Bahsettiğim tapınak, maymunları ile de ünlü. Maymunların ani ve şaşkın hareketleri insanı çok güldürüyor. Tapınakta hırsızlık yaptıkları, hatta bazen bu amaçla insanlar tarafından kullanıldıkları söyleniyor.

Nepal, Hindistan ile Orta Asya esintilerinin birlikte hissedildiği bir ülke. Orta Asya insanını andıran, yuvarlak yüzlü ve çekik gözlüler de var, Hintlilere benzeyenler de. İnsanlar genellikle yavaş hareket ediyorlar. İsteksiz görünüyorlar ve duygularını aşırıya kaçmadan, sakin yaşıyorlar. Aslında kalender insanlar ama yüzlerinin ve mimiklerinin duygularını açığa vermemesi, onları mutsuz gösteriyor. Herhalde uzun yıllar devam eden ve Nepal’de neredeyse her eve ateş düşmesine sebep olan savaş ve dağ ülkesi olması nedeniyle zor koşullar onları böyle ifadesiz yapmış. 
Din ise ayrı bir uyuşturucu gibi. Gündüz biraz olsun canlanan Nepalliler, gece havanın soğumasıyla battaniye veya keçeden şallara sarılıp, daha yavaş hareket eden ve daha az konuşan insanlara dönüşüyor. Bununla birlikte, Nepal, tüm ülkede, müzik, dans, giyim, mutfak ve günlük yaşama yansıyan zengin folklorik yapı ve renkli bir kültüre sahip. Hinduizm ve Budizm felsefesi ve belki de tiyatro sahnelerinde verilen suni dumana benzeyen tütsü ve toz karışımı ağır sis dalgası ile birleşince, ülkede hiç dağılmayan bir mistik hava hâkim. Dansları genellikle, tapınak ve sunaklarda tasvir edilen tanrı figürlerini içeriyor. Mesela, Hindu Tanrısı Shiva’nın yaradılış döngüsünün canlandırıldığı Tandav Shive dansı, rengârenk geleneksel kıyafetler içerisindeki kadınlar tarafından festivallerde sıkça icra ediliyor. 

Nepal’in çoğunlukla dini olan çok sayıda festivali var. Kötü ruhlara karşı zaferi simgeleyen Dashain festivali, 15 gün boyunca müzik, dans ve bolca yemek ile coşkuyla kutlanıyor. Işık Bayramı Diwali Nepal’de de kutlanan önemli bayramlardan. Hinduizm ve Budizm’in en eski öğretilerinden olan, şamanizmden öğeler barındıran ve Sankskritçe’de “birlikte dokuma” anlamına gelen Tantrik inanışın da etkisiyle, bireyin içe dönerek, enerjisini bütün olarak hissetmesini ve bütünleşmeyi sağlayan ritüeller ile hayvanların kurban edilmesi törenleri, Nepal’de önemli ayinler... Yavaş, isteksiz ve ifadesiz yüzlere sahip Nepallileri, günümüzde, cinsellikle özdeşleştirilen Tantra ve yine Nepal’de tapınakların bir kısmında figürlerinin resmedildiği ve heykelciklerinin sık sık görülebildiği zevk almanın kitabı anlamına gelen Kamasutra öğretisi ile bağdaştırmak gerçekten çok zor, biraz da komik…

Kumaş, dokuma, kaşmir, keçe ve özellikle keçi yününden elde edilen yünlü eşyalar ile ağaç işçiliği çok yaygın… Tapınakların her yerinde ve eski binalarda oya gibi işlenmiş ahşap desenler var. İnce ince işlenmiş, oyaları andıran bu ahşap desenler insanı büyülüyor gerçekten.
Yemekleri çok baharatlı ve kuzu eti ağırlıklı… Yüksek Hindu kastların çoğu vejetaryen, düşük kastlar ise alkol kullanıp et yiyebiliyor. Pirinç ise ana gıda maddeleri. Günde birden fazla öğünde pirinç tüketebiliyorlar.

Yemek konusunda başta sorun yaşadım, çünkü her yemeği aynı sosla ve masala denen baharat karışımı ile yapıyorlar. Masalalı yemekleri ilk yediğimde çok hoşuma gitti ama bir süre sonra çok ağır gelmeye başladı.

Orada bulunduğumuz sürece konakladığımız, 100 yıllık ihtişamlı bir binada bulunan Yak and Yeti Oteli’nin restoranında yediğim Fransız usulü soğan çorbası, beni daha sonraki durağım Kuala Lumpur’da yatağa düşüren ve hayatımda yaşadığım en uzun süren ses kısıklığına neden olan gribin ilk emareleri görülmeye başladığında benim imdadıma yetişmiş, bana biraz olsun direnç kazandırmıştı bana. O kadar zevkle yemişim ki tadını hala hatırlıyorum.

Fahri Konsolos Nepal dışında olduğu için görüşmedik ama ağabeyi Bay Khetan görüşmelerde bize eşlik etti ve bizi bir akşam güzel bir yere yemeğe götürdü. Orada da, her biri lezzette küçük farklılıklar barındırsa da Hindistan, Afganistan ve Nepal’in ortak yemeği olan tandoori yani tandır yedim.

Türkiye'nin Nepal'deki fahri konsolosluğunu yürüten ailenin şirketi Khetan Group, Nepal'in en önemli firmalarından. Birçok sektörde faaller ama en önemli sektörleri bira ve içecek. Bize kendi biralarından ikram etti. Aslında babası Fahri konsolosmuş ama babaları ölünce konsolosluğu kardeşi devralmış.

Akşam yemeğinde Nepal'in neden gelişemediğine dair konuşurken Bay Khetan, 10 yıl süren iç savaşın ardından Maoistler ile uzlaşıldığını ve kendilerine yönetimde yer verildiğini anlattı. Ama dedi ki daha önce savundukları şeylerin tam tersini yaptılar yönetime gelince. Sonra devam etti; "İdeoloji nerede peki, ideoloji nedir ki zaten insanlar mutlu olmadıktan sonra”. Bunu dedikten sonra bir kâğıda Nepal'in haritasını çizdi. Soluna Hindistan'ı, sağına Çin'i, üzerine Pakistan'ı ve altına Bangladeş'i koydu. Ve şöyle sürdürdü konuşmasını "Çin ve Hindistan dünyanın en büyük gücü olmak için kıyasıya mücadele ediyorlar ve özellikle Nepal sınırında bulunan Tibet'i kullanıyorlar. Bangladeş militer İslamcılığı yaydığı için Pakistan'ı suçluyor. Hindistan ve Çin Müslüman oldukları için Pakistan ve Bangladeş'i sevmiyor... Ve bunun gibi bir sürü sürtüşme konusu. Hepsinin ortasında da Nepal var. Bu nedenle Nepal'in gelişmesi çok zor. Hatta böyle giderse Nepal "kaybeden ülke" (failed country) olacak..." Bu konuşmayı hatırladığımda veya Nepal ile ilgili bir şey duyduğumda hala hüzünleniyorum.

2006 yılında monarşinin kaldırılarak, cumhuriyetin kurulması ile son bulan Mao’cu grupların Nepal hükümetine karşı giriştiği mücadele ve iç savaş, 10 yıl sürmüş. İç savaş boyunca 20 bine yakın insan ölmüş, 150 binden fazla insan yerinden yurdundan edilmiş. O dönemde birçok Nepalli ülkesini terk edip, gelişmiş ülkelere sığınma talebinde bulunmuş.

İşte böyle, Nepal ile ilgili çok muhteşem anılarım yok ama orada bulunduğum her an gördüğüm ve duyduğum şeyleri dikkatle inceleyip, dinlediğimden benim için önemli bir deneyim oldu.

Oradayken, biraz da anlatılanların yarattığı melankolik hava ve gözlemlerimin de etkisiyle hüzünlenerek, Avrupalı, Avustralyalı ve Amerikalı turistler ile Katmandu'nun arka sokaklarındaki hostellerde kalıp, uyuşturucu tüketip kendilerinden geçen backpacker'ların orada bulunma sebeplerini anlayamadım, biraz da öfkelendim. Sanırım bu insanları, yoksulluk, keşmekeşlik ve zor yaşam şartlarına sahip insanları gözlemlemek veya adım başı bulunabilen, özgürce tüketilebilen envai çeşit uyuşturucu ile uyuşmak için gelmiş ikiyüzlüler olarak düşündüm. Şimdi düşünüyorum da aslında, Nepal bundan çok daha fazla... 


Ahşap oymacılığının ne büyüleyici bir şey olduğunu ilk fark ettiğim Dhurbar Meydanı mesela…



Mesela Bakhtapur antik kenti… Milattan birkaç yüzyıl önceden kalma antik kent, ihtişamlı yapıları ve tapınakları, çömlek işçiliği ve mistik havası ile gerçekten büyüleyici ve unutulmaz…









Ayrıca otelin hemen yanı başındaki, bölgeye özgü, halılardan, keçeden yapılan eşyalara, kaşmir, ipek kumaşlardan, rengarenk kıyafetlere, ahşaptan oyma eşyalardan incik boncuğa kadar bin bir çeşit ürünün satıldığı, Tamel çarşısı... Özellikle burada, Kaşmirli, İranlı ve Afgan halıcılar ile sohbet etmek çok keyifli. Tamel Çarşısının renkliliğinden ve curcunasından serseme dönüyor insan. Bu sersemlik de sonra neden alındığı anlaşılmayan bir sürü şeyin satın alınmasına neden oluyor sanırım. Oradan aldığım birçok şey dışında,
kaşmir şalım ve keçeden fare desenli ev ayakkabılarım, yıllar sonra bile en soğuk kış günlerinde yardımıma yetişen, çok severek kullandığım Nepal hatıralarım…

22 Ocak 2017 Pazar

Selam Sana Yüreğimin Derinliklerinden Ey Beyrut…

“Amira, bize kadınları nasıl seveceğimizi anlatan bir kitap lazım. Yoksa hep böyle şapşal ve kavruk kalacağız. Bize kadınların nefesini genişletecek, o nefesin rüzgarına yelken açmamızı öğretecek bir kitap lazım. Yoksa biz ne kadar sevilsek tamir olamayız.”

Bu kez, bir yolculuğumdan değil, Ece Temelkuran’ın Düğümlere Üfleyen Kadınlar kitabında bir kadının kalbini kırmış bir adamı öldürmek için Arap Baharı’nın en sıcak zamanlarında, Ortadoğu’da yolculuğa çıkan dört yaralı ama güçlü kadının yolculuğundan bahsedeceğim.

4 kadının yolculuğuna, Ortadoğu’nun efsane kadın sanatçılarından şarkılar eşlik ediyor. Eğer kitap okunurken, kitapta bahsi geçen Ümmü Gülsüm’den Aşk Köprüsü ve Inta Omri, Warda’dan Ah Zaman, Asmahan’dan Ya Habibi Taala dinlenirse, nefis bir ahenk oluşuyor.

Kitapta, kadın kahramanlarımız Beyrut’a ayak bastıklarında, olaylar arka arkaya çözülüyor. Beyrut’un büyüsü, okuyucuya da yansıyor. Beyrut için “Çünkü Beyrut, hikâyelerin sonunun hiç de senin yazdığın gibi olmadığı bir şehir.” diyor kitap. “Burası Lübnan… Her an her şey olabilir, hiçbir şey de olmayabilir…” diye sürdürüyor.

Beyrut’un en ünlü yapılarından, iç savaşta harabeye dönen Saint George Oteli’ndeyiz şimdi de. Görkemli Fransız mimarisiyle, ışıl ışıl otelin salonunda güzel, Lübnanlı kadınlar bakımlı, güzel giyimli; saçları briyantinli erkekler, şık ve pahalı elbiselere bürünmüş. Sahnede, Lübnanlı şarkıcı Fairuz… Le Beirut’u söylüyor:

Selam sana yüreğimin derinliklerinden… Ey Beyrut! Kabul edin bu selamımı, Ey denizler, evler ve eski denizlerin yeni yüzü çöller... O ki benim halkımın hamurundan yoğrulmuştur, ekmeğim, içkim, yaseminim... Ateşin ve dumanın tadı nasıl oldu? Beyrut! Seni terk eden delidir… Ey Beyrut! El üstünde tutulacak şehirsin sen…



Saint George Oteli’nin görkemli havasından çıkıp, Beyrut’un biraz daha orta halli mahallelerine doğru yürüyoruz. Lübnanlı yönetmen, oyuncu ve senarist, güzeller güzeli Nadine Labaki’nin hem yönetip, hem oynadığı Karamel yani Sukkar Banat filmindeki birbirinden tatlı 4 kadının çalıştığı güzellik salonuna geliyoruz.

Karamel, Ortadoğu’nun Sex and the City’si olarak nitelendirilse de, sıcaklığı, derinlikli sohbetleri, içtenliği ve acılar ile yoğrulmuş Ortadoğu insanına özgü trajikomikliği yansıtması ile bence çok daha fazlası, çok daha bizden… Film müziklerini Labaki’nin eşi, Lübnanlı müzisyen Khaled Mouzanar yapmış. Bence en etkileyici parça da filmin sonuna kalmış. Mreyte ya Mreyte… Ayna Ayna… Sana hikayemi anlatacağım… Söylesene kimim ben…


25 Aralık 2016 Pazar

Nauru


Eylül 2013

Nauru, Pasifik Okyanusu'nun ortasında 21 km sahil Şeridi'ne sahip, dünyanın en küçük ada ülkelerinden biri.

Adanın ilk sakinlerinin Melanezya ve Polinezyalılar olduğu biliniyor. 19. yüzyılda ise bir süreliğine Almanya'nın deniz aşırı kolonisi olmuş.

Tüm Pasifik adaları arası seyahatimizi yaptığımız Our Airlines şirketi de buraya ait. Kiribati'den sonra burası oldukça gelişmiş geldi bize. Yolları gayet düzgün ve insanlar tek veya en fazla iki katlı evlerde yaşıyorlar.

Nauru, deniz kuşlarının dışkılarının yıllar içinde oluşturduğu çok büyük fosfat rezervlerine sahipmiş. Bu nedenle zamanında çok zengin bir ülkeymiş. Öyle ki, ada halkının nerdeyse %90’ı yıllarca çalışmayarak, diğer Pasifik adalarından gelen işçileri çalıştırarak, lüks otomobillerine binerek, lüks malikânelerinde keyif sürerek yaşamışlar. Ancak rezervler tükenmiş ve haliyle çok çaresiz kalmışlar. Şimdi secondary mining dedikleri toprağın daha derinine inerek oradan fosfat çıkarma çalışmalarına başlamak üzereler. Eski şaşalı günlerinin geri geleceğinden şüpheli olan hükümet ve halk, hayatta kalabilmek için alternatif yollar arıyorlar. Genç nüfus ise Avustralya ve Yeni Zelanda’ya göç etmeye başlamış bile.


Nauru’nun doğası çok güzel. Yine tropik ancak daha farklı ağaçlar ve bitkiler de var. Havası mis, huzurlu… İnsanlar ada insanı sonuçta, yavaş hareket ediyorlar. Tarım alanlarının azlığı, okyanusta ada olmasına rağmen deniz ürünlerinin tercih edilmemesi, halkı yine çoğunlukla Avustralya, Yeni Zelanda ve ABD’den ithal edilen hazır gıdalara ve fast food tüketmeye itmiş. Dolayısıyla obezite oranı çok yüksek. Nauru, ayrıca dünyada tütün ürünlerinin en çok tüketildiği ülke. Tüm bunlar birleşince, ortalama yaşam süresi en düşük ülkelerden birisi olmuş Nauru. 

Burada bizi Dışişleri bakanlığından yetkililer karşıladı. Bu nedenle bagaj ve pasaport işlemlerini hızla tamamladık. Bakanlık’tan Klenny, seyahatimiz boyunca bize eşlik etti. Tüm bu bilgileri bize veren de, seyahatimiz sonunda bize Naurulu kadınların yaptığı yelpazeyi hediye eden de o oldu.


Havalimanından çıkar çıkmaz, Cumhurbaşkanlığına gittik ve Cumhurbaşkanının kendisiyle görüştük. Çok şişman, kısa boylu ve çok güler yüzlü bir adam. Aslında onunla Marşal Adaları’ndaki forumda tanışmıştım ve daha çok Fijili olan eşi Luisa ile sohbet etmiştim. Luisa’yı Bart Simpson’un annesine benzetmiştim.

Diğer Pasifik adalarında olduğu gibi, küresel ısınma Nauru için de büyük bir tehdit. Ancak, Nauru’nun derdi, yalnızca küresel ısınma değil maalesef. Fosfat madenlerinin tükenmesiyle, alternatif bir gelir kaynağı arayışında olan Nauru'da şu an çoğunluğu Afganistan, Irak ve Sri Lanka'dan olmak üzere 600’den fazla mülteci, kamplarda yaşıyor. Avustralya ve Nauru hükumetlerinin yaptığı anlaşmaya göre, Nauru bu mültecilerin topraklarında kalmasına izin veriyor, Avustralya da ona belirli miktarda ödeme yapıyor ve mülteciler ile ilgilenmeleri için görevliler gönderiyor. Bu nedenle şu an bir uçak dolusu Avustralyalı ile birlikte Brisbane'e geçiyoruz. Bu görevliler, 2 hafta çalışıyorlar ve 2 hafta ülkelerine dönüp tatil yapıyorlar. Bu arada, Avustralya Hükümeti mültecileri araştırıyor. Uygun bulduklarını ülkeye kabul ediyor, diğerlerinin Nauru’da kalması için Nauru hükümetini ikna etmeye çalışıyor. 


Bu sistem, Nauru için önemli bir finans kaynağı olarak görülüyor. Ancak, mültecilerin içler acısı durumu ve belirsizlik ile birlikte Nauruların Avustralya tarafından kabul edilmeyen mültecilerin adanın huzurunu bozacaklarına dair endişelerinden kaynaklanan ve sisteme veya anlaşmaya taraf olan iki hükümet yerine mültecilere yönlendirilen nefretleri, okyanusun ortasındaki bu cennet adada, dünyanın en büyük insanlık dramlarından birisinin yaşanmasına sebep oluyor.

Mülteci kamplarında çalışanlar ülkenin iki otelini de doldurdukları için biz gezi boyunca resmini çektiğim, derme çatma ama oldukça şirin evlerden birinde kaldık.


Jules on the Deck

Akşam evinde kaldığımız kadının restoranında yani Pasifik okyanusunun kıyısında bulunan Jules on the Deck'te güzel bir yemek yedik ve hayatımda gördüğüm en güzel günbatımlarından birini izledik. Restoranda, deniz ürünlerini ve değişik soslar ile pişirilmiş etler servis ediliyor. Tüm bu ürünler, tahmin edeceğiniz üzere ithal ürünler. Restoranın sahibesinin kızları, Avustralya’da, üniversite okuyorlarmış. Kadın da sık sık yanlarına gidiyormuş. Bir süre sonra, temelli olarak taşınma planları yapıyor. 






Jules on the Deck'te Akşam Yemeğimiz
Ertesi gün öğle yemeğini, yıllar önce adaya göç etmiş bir Çinlinin restoranında, Anibare Boat Harbour Restaurant’ta yedik. Bol yağda kızarmış balık, patates ve Avustralya birası, öğlen menümüz oldu. 


Şimdi Brisbane'e geçiyoruz. Oradan Sidney'e geçip orada konaklayacağız. Sabah ise Vanuatu'ya geçeceğiz. En güzel Pasifik adasının Vanuatu olduğunu söylüyorlar. Sanırım yolculuğun en zor bölümünü atlattık. Nauru ve Kiribati’de dengue fever vakaları görülüyor. Biz de sivrisinekler tarafından epeyce ısırıldık. Hastalığın kuluçka süresi 1-2 haftaymış. Yani en kötü ihtimalle, hastalık bizde belirtilerini gösterene kadar dönmüş olacağız. Tabi biz bu kötü ihtimali düşünmemeye çalışıyoruz.

Odamız
Kaldığımız evin bahçesi

29 Ekim 2016 Cumartesi

Diwali, Rajasthan’dan Ezgiler ve Nusrat Fateh Ali Khan

Bugün Diwali… Her yıl sonbaharda kutlanan, Hinduların Işık Bayramı… Diwali veya Dipawali, karanlığa karşı ışığın, kötülüğe karşı iyiliğin, cehalete karşı bilginin, umutsuzluğa karşı umudun zaferi anlamındadır ve Hindistan başta olmak üzere Hindu nüfusun yoğun olarak yaşadığı ülkelerde, resmi bayram olarak kutlanır. Diwali süresince, evler, binalar, sokaklar ve tapınaklar ışıl ışıl aydınlatılır. İnsanlar, en yeni, en güzel kıyafetlerini giyer ve aileleri ile birlikte pujaya, yani bereket ve bolluğun tanrıçası Lakshmi’ye dua edilen ayinlere katılır. Lakshmi’nin Diwali boyunca tüm dünyayı dolaştığına ve kendisini misafir edecek evler aradığına inanılır ve bu nedenle evlerin kapıları açık bırakılır.  Diwali, her bölgede ve mezhepte ayrı yorumlanır ve törenlerin asıl öğesi ışık olsa da kutlamalar yöreye ve mezhebe göre farklılaşır.

Ne de olsa, dünyanın en kalabalık ikinci ülkesi Hindistan, etnik, dini ve kültürel farklılıkların mozaiğidir. Nasıl her bölgede Diwali’nin kutlanışı farklılık gösteriyorsa, müzik de kendine has özellikler taşır.

Hindistan’ın en büyük eyaleti Rajasthan, Pakistan sınırında, Hindistan’ın kuzeybatısında bulunur. Rajasthan’da Diwali, ışıklarla, çiçeklerle, tütsülerle kutlanır ve eyaletin en büyük bayramıdır.

Rajasthan'ın müzik kültüründe Müslüman nüfusun etkisi büyüktür. Langha ve Manganiar, Rajasthan’ın halk müziğinin temsilcisi, tınıları ve ritmleri küçük farklılıklar ile birbirinden ayrılan, geleneksel iki Müslüman müzisyen grubudur. Müziklerinde, sufi makamlarının etkisi hissedilir. Langhalar ve Manganiarlar, Müslüman olsa da, şarkıların çoğu Hindu tanrıları ile ilgilidir ve özellikle Diwali bayramı için yazılan, coşkulu şarkıları vardır.

Tek telli, antik bir çalgı olan Ravanahatha çalan müzisyenler yani bhopalar tarafından seslendirilen, uzun dini hikâyeleri içeren ilahiler ve yılan oynatıcıları yani Sapera denilen Romanların müzik ve dansı da Rajasthan’ın geleneksel halk müziğinin önemli öğeleridir.

Panihari ise Rajasthanlı kadınların müziği ve dansıdır. Uçsuz bucaksız çöllerin olduğu bölgede nadir bulunduğu için oldukça değerli olan su kaynaklarına uzaklardan gelip, testilerini dolduran kadın anlamına gelir Panihari. Bu yüzden, nehirlerin akışını ve suların şırıltısını andıran Panihari’nin sözlerinde de bol bol su ve yağmur geçer. Şarkılarında, aşkı, özlemi, hayalleri, umutları ve umutsuzlukları anlatırlar.

Trishna da, yoksulluk ve zor doğa şartlarına ayak uydurmaya çalışan Rajasthanlı bir genç kızdır. Thomas Hardy’nin Kaybolan Masumiyet romanından, İngiliz yönetmen Michael Winterbottom’ın sinemaya uyarladığı filmin, “Trishna”nın ana karakteri… Hayatı aşk ve sosyal statünün getirdiği zor yaşam şartlarının yanı sıra, geleneksellik ile küreselleşme arasına sıkışmış algılar ve hayaller ile paramparça olan, sonunda da bir felakete sürüklenen Trishna… Günümüzün Panihari’si…

Filmin bence en dokunaklı bölümlerinden biri, Trishna’nın çalışmak ve ailesine para göndermek için amcasının yanına, şehir merkezine yolculuğa çıktığı sahnedir. İşte tam burada, Pakistan ve Hindistan Müslümanlarının tasavvuf müziği “Kavvali”nin dünyadaki en büyük temsilcisi, Nusrat Fateh Ali Khan’ın sesi duyulur. Pakistanlı sanatçı, tüm dünyada gelmiş geçmiş en iyi seslerden biri olarak nitelendirilir. 49 yıllık yaşamına sayısız ödül, 40’tan fazla ülkede verilmiş konser, Peter Gabriel ve Pearl Jam’in solisti Eddie Vedder dahil olmak üzere yapılmış birçok düet ve çok sayıda büyüleyici performans sığdırmış Nusrat Fateh Ali Khan, Trishna’ya Sanson ki Mala Pe yani “Nefesinin Gül Bahçesinde…” ile eşlik eder.




2 Ekim 2016 Pazar

Malezya'nın Utangaç Pop Starı Yuna

Malezya'nın dünyaca ünlü olma yolunda hızla ilerleyen sanatçısı Yunalis Mat Zara'ai yani Yuna...

Kültürüne ve inancına özgü gelenekselliğinden vazgeçmeden, güzel sesi ve enstrumanları ile sahneyi dolduran Yuna, henüz 29 yaşında. 14 yaşından beri İngilizce ve Malayca şarkı sözü yazıyor. 20 yaşında hukuk öğrencisiyken sahne ile tanışıyor ve aynı yıl MySpace'te paylaştığı bir video ile ünleniyor. İlk albümünü, 2008'de yapıyor. 2011'de ise New York merkezli bir firma ile anlaşıyor ve onu tüm dünya ile tanıştıracak bir albüm daha çıkarıyor.


2011 yılından sonra, tarzı ve tınıları Batı müziğine kaymış olsa da sesinde ve melodilerinde Doğu'nun içtenliği, hassasiyeti ve mistisizm hala hissedilebiliyor. Popüler kültürün gerekliliklerini tamamen reddedemese de, yine de başörtüsünden, farklı giyiminden ve geleneksel duruşundan taviz vermiyor. Gelenekselliğine ve başörtüsüne verilen tepkilere ise kadın şarkıcıların cinsellikle özdeşleştirilmesi gerektiğini söyleyerek karşılık veriyor. Bir kadın olarak, en sevdiği işi kendinden taviz vermeden yaptığını ve başarılı olduğunu söylüyor röportajlarında gözlerinin içi gülerek. Yuna'nın cesur ve sağlam duruşu, Hollywood'un tüm dünyaya empoze ettiği klişeleri az da olsa sarsıyor. 


Yuna şu an Los Angeles'ta yaşıyor yabancı ve İslam karşıtı davranışlara üzülse ve Trump ve benzerlerinin nefret söylemleri direncini biraz kırsa da, yeni evinde çok mutlu ve güzel işlere imza atmaya devam ediyor.

Yuna, dünyaca ünlü modacı Jimmy Choo ile birlikte Malezya'nın turizm elçisi... Malezya Turizm Bakanlığı'nın 2015 yılında yayınladığı Malezya tanıtım filmine muhteşem sesi ile eşlik ediyor.